11 Ocak 2010 Pazartesi

İstanbul'daki Fransa



Bir kadeh kırmızı şarap, yanında iki dilim Camembert peyniri, televizyonda Gérard Depardieu, duvarda Monet’nin huzur veren çiçekleri, sehpada okunmayı bekleyen Albert Camus... Notre Dame’ın Quasimodo’sunu kambur yapan bunları yaşayamaması olabilir mi? İstanbul’daki Fransa’yı yaşamak için ‘French kiss’ dışında bir şey yapmayanlar, buraya...

Avrupa ülkelerinin en kibirlisi olan Fransa, herkese Eiffel’in tepesinden bakıyor. Belçika, Lüksemburg, Almanya, İsviçre, İtalya, Monako ve İspanya ile komşuluk yapan Batı Avrupa ülkesi, Tanrı’nın yarattığı en özel yerlerden biri olma avantajını sonuna kadar kullanıyor. Başkent Paris, sanatın aşka, aşkın sanata dönüşmesini izlerken, ilham perileriyle flört eden dünya çapında birçok sanatçıya da ev oldu: Hugo, Balzac, Rousseau, Voltaire, Sartre, Molière, Descartes, Montesquieu, Diderot, Stendhal, Zola, Gauguin, Cézanne, Renoir, Monet… Seine Nehri üzerine kurulu olan şehir, sadece dünya çapındaki anıtları, sanatsal etkinlikleri ve kültürel yaşamı ile değil, ekonomik ve politik anlamda dünya tarihindeki yeriyle de önemli. Romantizm köklerini bu ‘ışıklar şehri’nin (ville de lumière) toprağına salmış, moda endüstrisi Paris’te son tangosunu yaparken, Nietzche meşhur meydan kafelerinden birinde kahvesini yudumlayıp, felsefenin belini doğrultmuş. Tesir gücü yadsınamaz Fransız kültürü, tüm dünyada olduğu gibi bizim de ta içimize kadar işledi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder